Efendimiz sabahları evden çıkarken şöyle dermiş:
"İlâhî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa maruz kalmaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlığa uğramaktan sana sığınırım."
Bu sünnetini taklide çalışırım ve bu bana, diğer muhataplarımın da benden böyle davranmamı beklediklerini hatırlatır.
Vaktiyle bir dostumla Efendimiz için farklı bir hilye hazırlamıştık, bu hilyenin metnini takdim ediyorum: Daima düşünceli idi.
Susması konuşmasından uzun sürerdi; lüzumsuz yere konuşmaz konuştuğunda ne fazla ne de eksik söz kullanırdı. Dünya işleri için kızmazdı. Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.
Gülmesi gülümsemekti. Gülümserken de ağzındaki dişleri dolu taneleri gibi görünür, ama birbirinden ayrılmazdı.
Mahzundu. Onu birden bire görenler manevî vakar ve heybetinden sarsılır, kendisini yakından tanıyınca da ona derinden bir sevgiyle bağlanırdı.
Onun meziyetlerini anlatmak isteyen: “Ben ne ondan önce ne de sonra onun bir benzerini gördüm” demekten kendini alamazdı.
Kimseyle çekişmez, bağırıp çağırmazdı.
Kötü söz söylemezdi.
Affediciliği tabii idi. İntikam almazdı, düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.
Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi; çok konuşmazdı; faydasız, boş şeylerle uğraşmazdı.
Umanı, umutsuzluğa düşürmezdi; hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Hiçbir kimseyi ne yüzüne karşı ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı.
Kimsenin kusurunu araştırmazdı. Kimseye, hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
Konuşurken meclisinde bulunanlar başlarına bir kuş konmuş gibi sessiz ve hürmetkâr dururlardı. O sözünü tamamlayınca diğerleri fikirlerini söyler, fakat onun yanında asla tartışıp çekişmezlerdi; birisi konuşurken öbürleri susardı.
Yanında en son konuşanı, ilk önce konuşan gibi dikkatli dinlerdi.
Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse o da güler, bir şeye hayret ederlerse o da onlara uyarak hayret ederdi.
Yanına gelen yabancıların söz ve sorularındaki katılık, kabalık ve kırıcılığa –dostları da kendisi gibi davransın diye- katlanırdı.
Gerçeğe aykırı övmeyi kabul etmezdi.
Her zaman ağırbaşlıydı.
Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı. Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.
Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü; ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü.
Bakacağı kişiye ve istikamete vücuduyla yönelirdi. Etrafına gelişi güzel bakınmazdı.
Yeryüzüne bakışı, semaya bakışından çoktu ve yeryüzüne bakışı da göz ucuyla idi.
Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.
Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen dünyada garip kimse yahut bir yolcu gibi yaşa!"
Her zaman hüzünlü ve mütebbessim bir hâletle dururdu; yüzünde daima ışıldayan bir parlaklık vardı.
Âdet üzere sarf edilen hiçbir kötü sözü ağzına almazdı.
Sıkıntılı hâllerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
Fakirlerle birlikte yerdi, öyle ki onlardan ayırt edilemezdi.
Biriyle karşılaştığında beklemeksizin önce o selam verirdi; el sıkıştığında karşısındaki elini bırakmadıkça o da elini bırakmazdı.
Önüne ne konulursa yerdi. Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.
Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.
Yazı: Ahmet Turan ALKAN