Önce zihinlerimiz sekülerleşti. Seküler bir zihin de ancak seküler bir dil üretebilirdi. Zira konuştuğumuz dil zihinlerimizden âzade değildir, zihne düşen dile de düşer çünkü..
Anlam katmanı yüksek kavramlarımızı ve metafizik derinliği olan cümlelerimizi sığ kavram ve cümlelerle tebdil ediyoruz. Bunun gündelik hayatımızdaki göstergelerinden birisi de, bir kişi âhirete göç ettiğinde haberlere yansıyan o çaresiz anlatımlardır; “Filan siyasetçi hayatını kaybetti. Filan sanatçı hayatını yitirdi. Henüz daha çok gençti” vs..
Ne saçma bir anlatım tarzı bu. “Ruhunu teslim etti”, “Refik-i A’lâya göç etti”, “Rabbine kavuştu”, “Âhirete irtihal etti” demek varken “Hayatını kaybetti” de ne oluyor? Hayatını nerede bulmuştu ki kaybetsin? Kaybettiyse nerede kaybetti? Birisi bulsun da getirsin der gibi...
Ölümün hakikati karşısında çok aciz ve soğuk bir ifade tarzı bu. Seküler zihnin ölümle Allah (c.c) irtibatını kurmamak üzere, hesap günüyle yüzleşmemek üzere, ölümü gizlemek kastıyla geliştirdiği ve özünde insanı aşağılayan bir anlatım biçimi bu..
Bu ifadeler insanın metafizik hakikatini örtmeye yarıyor. Zira hayatı son bulan bir bitkiyle eşitliyor insanı. Ölüm dediğin şey, bu dünya hayatına has insana takdir edilmiş sınırlı zaman diliminin bitiş ânıdır. Takdir günü gelip çattığında emaneti teslim etmemek olmaz, bunun ne erkeni ne de geç olanı vardır. Ölüm yok oluş da değil, bir âlemden başka bir âleme geçişin, bir boyuttan başka bir boyuta akışın adıdır, o kadar..
En büyük hakikat olan âhireti görmemek maksadıyla insanın hakikatini örten bu köksüz cümleler; “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Ankebut: 29/57) ilahi hükmünü gözlerden kaçırmaya ayarlıdır. Zira ölümü unutarak dünya hayatının neşesini elde edebilir insan. Seküler insanın o neşeyi kaybetmemek için kendisine kurduğu büyük tuzaktır bu.
Çok küçük yaşlarda Allah’a olan inancını yitirmiş ve dolayısıyla kavuşmayı ummayan bir romancı, seksenini aşmış yazar babasını âhirete yolcu ederken; ‘Ölüm her yaş için erkendir’ diye yazmıştı. İnsan kavuşmayı istemeyince ömür bin yıl da olsa yine erken olacaktır elbet..
İnsanın bu fâni dünyadaki varlığını, fâni olduğunu bilmesine rağmen hayata yapışıp kalma arzusunu, ölmeyecekmiş gibi yaşama emelini Hz. Peygamber (sas) çok güzel anlatmıştır.
Abdullah b. Mesut’un (ra) naklettiği sahih bir hadiste Resûlullah (sas) yere bazı çizgiler çizerek insanın bu dünyadaki hayat serüvenine dair insan-emel-ecel ilişkisini şöyle anlattı: “Resûlullah (sas) yere dört köşeli bir şekil çizdi (Ecel). (Ve bu) şeklin ortasına (da) dışarı taşan bir çizgi çizdi (Emel). (Sonra da ortadaki şeklin) kenarından ortadaki çizgiye doğru küçük çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu:
İşte şu insan, şu da onu kuşatan -ya da kuşatmış olan- ecelidir. Dört köşeli şekilden (kareden) dışarı çıkan (çizgi de) onun emelidir / hayattan beklentileridir. Şu küçük çizgiler de (onun başına gelebilecek olan) sıkıntılardır. (İnsan bu sıkıntılardan) birinden kurtulsa başına diğeri gelir. Ötekisi onu ıskalarsa beriki ona dişini geçirir.” (Buhari; 8/111, hn. 6417; Tirmizi: 9/329 hn. 2642)
Niteliği ve hedefi farklı olmakla birlikte her insanda emel bulunur. Ancak seküler emel imkânsız olanı; cennetini bu dünyada düşler. Bu da onun ecelini / imtihan müddetini aşan boyutlardadır. Bu yüzden hem Kur’an-ı Kerim hem de hadisi şerifler dünyanın geçici olduğunu beyan ederek insanları âhireti unutturacak (tûl-i) emel konusunda uyanık olmaya çağırmışlardır.
Yazı: Serdar Demirel (serdard22@hotmail.com)