Yaz deyince aklıma kiraz ve çilek geliyor. Yöre çileği; çimenlerin ve gürlüklerin arasındaki çilek.
Eskiden yazı kiraz yiyerek ve hayvanları otlatırken, çilek toplayarak karşılardık. Hayatımız mevsimlere bağlıydı.
Çeyrek asır öncesine kadar köyde ve yörede, bölgede herkesin baharda taşındığı bir yayla evi vardı. Her köyün hatta her mahallenin bir günlük, yarım günlük veya iki-üç günlük mesafede yayları bulurdu.
Sahilin, köyün ve kasabanın nemli ve bunaltıcı sıcağından dağ havası almak, mekân değiştirmek köklü bir gelenekti. Bu elbette bir ihtiyaçtan doğmuştu.
Yaz güneşi yeryüzüne bütün ihtişamı ile serildiğinde ihtiyarların kemikleri ısınır, gençlerin kanı fıkır fıkır kaynar, etraftaki mahlûkatın sesi gök kubbeyi çınlatırdı; hayvanlar ve insanlar ele-avuca sığmaz olurlardı.
Bu haraketliliğin sonunda yayla hazırlıkları başlar, yayla evlerine bir hafta önceden gidilir, taşınmaya/durulmaya hazır hale getirilir, çit-çubuk tamir edilir ve çitler/tarlalar ekilir, dikilirdi. Kışların ağır geçtiği yıllarda, baharın ilk aylarında yayla evlerinin bir gurup, yüreği pek, dizleri derman tutan, insan tarafından bakıldığını da unutmadan hatırlatmalıyım.
Yazlık-kışlık, hatta güzlük hayat tarzı, insanın tabiatla bağını canlı tutar, hayatın sürekliliğini sağlar; köyde barındıramadıklarının, yetiştiremediklerinin, üretemediklerinin istihsalini sağlardı.
İşte bu şekilde çoluk çocuk bütün herkes toprak ile temasını devam ettirirdi.
Yayla komşuluğu bir başka anlam ifade ediyordu. Bu münasebetler/ilişkiler insanî sıcaklığın, tanışıklığın, komşuluğun ve güven duygusunun hat safhaya erişmesini sağlardı. Bir yıllık hasretin sona ermesine, dağların, obaların şenlenmesine vesile olurdu. İnsanların güneşten, havadan, sudan, ottan, çiçekten yana eksikliğini giderirdi.
Yayla komşuluğu daha samimi, daha canlı ve dayanışmaya dayalı idi. Bütün işler meccanen/ücretsiz fakat sıra ile idi.
Yaylada hayat, daha güneş yeryüzüne teşrif etmeden başlar, inekler çimenlere ve çam-doruk içlerine yolcu edilir, koyunlar ve keçiler çobanının önüne katılır, kuzular ve oğlaklar ise çömezlere emanet edilirdi.
Bu hal bütün bir yayla boyu devam ederdi. Bu monotonluk değil, hayatın akışı olarak telakki edilirdi.
Şehirlerin, köylerin abus çehreli apartmanlarla/beton binalarla istila edilmesi, geleneksel hayatın modern hayata evrilmesi/devrilmesi yayla hayatının eski anlam ve işlevini de değiştirdi.
Geldiği yerdeki anlayışı, gittiği yere de götüren tek varlık insandır. Bu yüzden yaylalara büyük büyük beton yığınlarını doldurduk, köylerdeki ve kentlerdeki gibi. Elektriği bağladık, obuzların sularının yolunu evlere doğru yönlendirdik. İnsanın dışındaki canlıları neredeyse susuz bıraktık, otlarını/otlaklarını taa uzaklara taşıdık. Onları/bütün canlıları modern atıkların karıştığı kirli/pis suları içmeye mahkûm ederken temiz sulardan da mahrum ettik.
Yaylaları hayvansız, otsuz, susuz, insansız, havasız bıraktık. Çevreyi kirlettik; dereleri, obuzları, su kaynaklarını… Gezilen, dolaşılan, eğlenilen, hasbihal edilen, evlere en yakın çimenleri yok ettik.
Çağın insanları artık deniz kenarlarında edindikleri yazlıklarda yazı karşılıyorlar. Çoluk-çocuk bir apart/man dairesinde... Bütün sahil kasabaları, dağlara, tepelere nispet edercesine, beton bloklarla kapandı/kaplandı. Kış nüfusu ile yaz nüfusu arasındaki makas açıldı. Hiçbir belediye yazın su yetiştiremiyor, patlayan kanalizasyonu onaramıyor, trafiği rahatlatamıyor; denizin, derelerin ve çevrenin kirlenmesini engelleyemiyor.
İnsanlar gittikleri yerlere alışkanlıklarını da, anlayışlarını da götürüler, demiştik. Araba gürültüsü, şenlikler, trafik… Yollar, dereler çöp yığını… İçki şişeleri… Her taraf, batılı/post-modern dünyanın yeme, içme kültürünün pisliği ile kirletilmiş; kasabasından, köyüne ve yaylasına kadar.
Yaylacılık yüzlerce yılardır insanı üretimden, hayattan, tefekkürden, dayanışmadan, her türlü zorluğa karşı mücadelenden uzaklaştırmamıştır.
Yazlıkçılık ise insanı tüketimci yapmıştır. Yazlıkçılığa evrilen yaylacılık bu sebeple de hayatı, çevreyi, toprağı, denizi velhasıl ulaşabildiği/uzayabildiği her şeyi kirletmiştir, tüketmiştir.
Yazlıkçı insan kendine de, içinde bulunduğu topluma da yalnızlaşıyor, bireyselleşiyor. Yazlıkçılık insanda dinlenme yerine yorgunluk, sükûnet yerine aşırı hareketlilik sağlıyor.
Her nedense, bende yaz deyince yayla ve dağ özlemi uyanıyor.
Bütün bu olumsuzluklara inat, yaz ve güneş hükmünü hâlâ sürdürüyor.
Beliyorum! Yaz ve güneş mi galip gelecek, yoksa geleneksel hayat tarzının düşmanları olan kökünden kopmuş insanlar ve eserleri mi?
Köyleri, kasabaları, kentleri(şehir demen asla)kaybettik. Ne olur, dağları ve yaylaları kaybetmeyelim bari…
Ahmet TESNİMÎ (07/11/2017-Sakarya )