19. Yüzyılın üçüncü çeyreğinden başlayarak, Tanzimat ve sonrasına doğru, Batılılar bizim coğrafyamızda yüze yakın kolej açtılar.
Maalesef bu kolejlerde batılılar bizim çocuklarımızı devşirdiler. Kendi ıstılahlarını/kavramlarını/kültürlerini/zihniyetlerini yerleştirdiler. Bir fikir dünyası/paradigma kurdular. Kültürümüzü derinden ve temelden sarstılar ve etkilediler.
Oluşan doku, 1945’lerden başlayıp 1950’lere doğru temelleri atılan liberal eğitim anlayışıyla hâlâ devam ediyor, çoğalıyor ve güçleniyor. Bir nevi başkalarının tezgâhında bizim nesil dokunuyor/biçimlendiriliyor.
20. yy. başında Müslümanlar bir dağılma aşamasına girmişlerdir. Bu bizim hedefimizin kaybedilmesine sebep olmuş ve sonuçta moral bozukluğu başlamıştır.
Bütün coğrafyamız; bütün ülkeler ve içindeki insanlar ve guruplar büyük bir savrulma yaşadılar ve savrulma sürecine girdiler.
Coğrafyamız doğudan batıya ( Fas’tan-Tacikistan’a kadar ) batılıların / sömürücülerin / kolonyalistlerin / modernlerin maddî ve manevî işgali altına girdi. Toplumlar bütün alanlarda ve bütün yönleriyle ifsat oldular. Bir toparlanma da henüz gözükmüyor. İhtilaller, savaşlar, suni yapılanmalar, maalesef, hâlâ devam ediyor.
Emperyalist ve sömürgeci eğitim yolu ile nesiller “Batılılaştı”.
“…millet ve devletimizin sömürgelik eğitimine yönlendirilmesi 19. Yüzyıl ortalarından beri, ceste ceste gelişmiştir. Üç yabancı dilde (İngilizce, Fransızca, Almanca) 1920’lere doğru, sayılamayacak kadar çoğalan kolejler, misyoner okulları, vakıflar, manastırlar büyük hızla Avrupa ve Amerika’nın manevî uyruğu insanlar türetmeye çalışmışlardır.
Başını İngiliz ve Amerikalıların çekerek İstanbul ve Anadolu’dan başka bütün ”imparatorluğa” yaydıkları bu yabancılaşma ve Hristiyanlaştırma okullarının başta gelen amacı: öncelikle gayri Müslim azınlıkların, tam İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vs.’ler gibi yetiştirerek, onları millî ekonomimize, sonra devletimize, sonra kültür/eğitim ve sanatımıza hâkim kılmaktı.
Böylece devletle beraber, ülkenin ekonomik, dinî, millî, siyasî varlığı ve ayrıca ilim, kültür, hüner ağırlığı, 20. Asırda, Türk devletine el koyması istenen azınlıklara devredilecekti. Bu misyoner kolejler, (bugünkü bazı üniversiteler gibi) yabancıların ekonomik, siyasî ve koruyucu himayelerini kazanmaya can atan bazı Müslüman gençlere de, öncelikli teşvikte bulunuyorlardı. Çünkü köleleştirilmesi hedeflenen mağrur Osmanlı’ya bu Avrupalılar, Hindistan ve Aden’dekilerden ayrı ve daha akıllıca bir sömürge sistemi uygulamak peşindedirler. Onların, esasen kafatası ırkçılarından daha fazla, bilgi ve kültür uyruklarına (teb’alarına) ihtiyaçları vardır.
Sömürge yapacakları bu ülkede, kendi gönüllerince yetiştirdikleri “aydınlar” eğer “Türk/Müslüman” adıyla ülkenin din, ekonomi, kültür ve eğitiminde rol oynarlarsa Müslüman halkın bu “Avrupalı efendileri” bağırlarına basması daha kolay olurdu. Gönüllü sömürge olma hevesi de artardı. Çocuklarını “çağdaş ve zengin” yetiştirmek isteyen halk tabakasının zaafı üzerine kolayca yayılırlardı.”(1)
Emperyalist ve sömürgeci eğitim, aşağılık duygusunu, batıya âşıklığı, düşmanına benzemeyi de beraberinde getirdi.
“Aşağılık duygusu, yani durmadan özenilen ve gerek politikacılarımızın, devlet adamalarımızın ağzıyla, gerekse öğretmenlerimizin ağzıyla ve gerekse basınımızın ağzıyla ve gerekse sinemamızın filmlerinin ağzıyla durmadan özendirildiğimiz Avrupalı insan, Amerikalı insan… Onların karşısında sürekli olarak aşağılanıyorduk. Ve aşağılana aşağılana hepimizde o kompleks oluşuyordu. Yani insanlarımız evlatlarını daha minicikken ruhen batılı insanların kölesi haline getiriyorlardı.
Bu sayede, bu milletin çocukları kendi asaletini, kendi dinini, kendi tarihini ve ecdadının faziletlerini öğrenemedi, keşfedemedi.”(2)
Müslümanlar öncelikle mesellerini unuttular; zamanı ve mekânı kaybettiler. Şu anda bir kıpırdanmanın var olduğu hissediliyor. Bu, duyarlılığımızın/hassasiyetimizin yeşerdiğini göstermektedir. Daha, uzun ve yorucu yolun başlangıcında olduğumuzu unutmamalıyız. Çünkü “varlığımızın” şuur aşamasına henüz geçemedik.
Çağdaş kuşatmaları kaldıracak ve emperyalist emelleri yok edecek bir büyük çabamız henüz yok. Enerjimizi, birikimimizi ( liberali, solu, sağı, muhafazakârı, laiki vb. ile ) iç çekişmelerde harcıyoruz.
Müslümanlar yani ümmet/millet nasıl yeniden dirilecek, nasıl yeniden ıslah edilebilecek diye bir meselemiz ve bir planımız olmalıydı, bu zamana kadar.
Islah, yeniden vahiyle buluşmak ve vahiyle dirilmektir. İfsat ise, vahiyden kopmak/koparılmaktır.
Bilinmelidir ki ihya, diriliş, ıslah… Müslümanların dünyaya hediye ettiği birikimlerimizdirler.
Lakin Müslümanlar, özelde insanımız, büyük savrulma halinde. Değişimi/ihyayı/ıslahı iktidardan bekliyorlar. Kendi sorumluluklarını yerine getirmiyorlar.
Son söz olarak, dünya tarihinin en önemli medeniyet/hikmet/ilim/marifet alanına/havzasına yüzlerce yıl hükmetmiş/hamilik yapmış, bütün birikimlerini özümseyerek kendine has/özgü orijinal bir medeniyet/marifet/kültür/hikmet/hakikat yerleştirmeyi başarmış bir toplumun/milletin ürettiği “değerler” den kopuk bir eğitim sistemi ile karşı karşıyayız.
Yeni müfredatta da bu ruhsuzluğu görüyorum.
Ahmet TESNİMÎ (birocakikibinonsekiz-Sakarya)
1) Ahmet KABAKLI, Sömürge Eğitimi ve Gönüllü Sömürgecilik, 12 Kasım 1997, Türkiye Gazetesi)
2) Cahit Zarifoğlu, Hikâyeler.