Her yaz veya beş-on günlük ara bulduğumda, otuzbeş yıldır, memleketime (Giresun'a) giderim. Dikilen meyve ağaçları büyümüş, yollar yapılmış, dereler ve obuzlar ıslah edilmiş, her yan/her yer pırıl pırıl olmuş dersem inanmayın. Son yirmi yılda köyün fizikî görünüşü bambaşka bir hüviyet kazanmış, fındık bahçeleri mısır tarlalarının yerini almış, bayırlarda ve yol kenarlarında, havuzlu villaları var gibi, sayısı onu-onbeşi aşan gayet büyük ve çok katlı beton binalar, toprağı ezercesine, yükselmiş.
Köy, firenği hastalığı ve Rus istilasından sonra yeniden kurulmuştur. Köy ve çevre köyler tarih boyunca savaşlar, seferberlik, göçler ve yoksulluk/yolsuzluk sebebiyle talihsiz ve tarihsiz bir yerdir.
Yıllar önce köyün yüksek kesiminde yaşayan yaşlı bir amca ile konuşuyorduk; dediğine göre, ailece/sülalece sahil ilçeye, Bursa'ya ve İstanbul'a varıp yerleşmişler.
Son kırk/elli yılda vukubulan toplumsal değişim/dönüşüm, büyük kentlere, (şehir demiyorum asla) yönelen göç sonucu bütün Anadolu köklerinden koparak ayaklanmış, bir ucu Avrupa’ya uzanan derin bir hareketlilik yaşamış, bu sebeple yeni nesillerde coğrafyaya, mekâna, kültüre ait o bildik aidiyet duygusu/sevgisi/muhabbeti iyice yıpranmıştır. Yapılan ve yayımlanan bir araştırmaya göre İstanbul’da yaşayan insanların çok büyük bir bölümü kendini İstanbullu saymıyormuş.
Bu şehirlerdeki insanların pek çoğu yıllardır burada yaşadıkları halde Boğaz’ı görmemişler. Sarayları, yalıları, köşkleri, çeşmeleri, sokakları, semtleri, balıkları, kuşları, ağaçları tanımıyorlar. Emirgân, Kandilli, Şaşkınbakkal, Ayrılık Çeşmesi, Kanaat Lokantası, Galata Kulesi, Galatasaray Lisesi, Beykoz İskelesi, Kavaklar, Çırçır Suyu, Karakulak, Sarıyer Börekçisi, İnci Pastanesi, Binbirdirek Sarnıcı, Erguvan Rengi, Emek Sineması, Hidiv Kasrı, Küçük Çamlıca; Bursa'da ise, Koza Han, Cumalıkızık. Saltanat Kapısı, Yeşil Türbe, Tophane, Uludağ, Suuçtu Şelalesi... Nerededir, nedir bilmiyorlar. Nereden bilecekler? Onlar geçim derdinde, günlük nafaka/rızık nasıl çıkar onu düşünüyor, onun peşinde koşuyorlar.
Oysa bu şehirler, özellikle İstanbul, tarih boyunca göç almıştır.
Lakin şehir eskiden kendisine geleni kucaklar, onu sindirir, ondan kendisine bir şeyler akar/katar en fazla bir nesil içinde yeni geleni kendisinden kılardı. Buna gücü yetiyordu.
Ama şimdi yetmiyor. Göç öylesine bozbulanık bir sel gibi aktı ki, şehri bir baştan bir başa içine aldı ve onu neredeyse hüviyetsiz bıraktı. Açıkçası nefesini kesti.
Bu sebepten şehre gelen insanlar, ayaklarını sağlam bir zemine basmak için, kalabalıkta kaybolmamak, aç ve açıkta kalmamak için hemşehrilik şemsiyesine sığındılar; köylülerine, eş-dost ve akrabalarına yanaştılar. Böylece hemen her şehrin, kasabanın hatta köyün bir derneği vücut buldu. Kendileri Anadolu’dan kopup geldiler ama geldikleri kentin hemşehrisi olmadılar, akılları geldikleri yerde kaldı. Hatıralarına mısır ekmeği, değermisi, lahana çorbası, lahana sarması, pıtılı, hâlâ geçim için köyden gelen turşuya, mısır ununa, kurutulmuş ısırgana peynire, tereyağına, çökeleğe... tutundular.
İnsanı güvende olduğuna inandıran ev kokusu, sokak kokusu, mekân duygusu, eşya âşinalığı, kara ateş sıcaklığı, türkü sesi, su sesi kaybolmuştu.
Aslına bakarsanız artık bütün şehirlerimiz bulvarları, apartmanları, siteleri, kooperatif evleri, istasyonları, tüp bayileri, showroomları, mağazaları, AVM'leri, markaları ile birbirine benzemekte, tektip haline gelmektedir. Tektipliliğe direneler köyün yolunu tutuyorlar, kısa aralıklı/aralarda olsa da.
Ahmet TESNİMÎ (15-07-2018-Bursa)