Yıllardan beridir sözünü eder dururuz “ezberci eğitim”in. Konuyla ilgili olarak verilen konferansların, düzenlenen açık oturum ve panellerin haddi hesabı yok… Son olarak da Milli Eğitim Bakanlığının, ezberci eğitime son vermek amacıyla, nasıl bir müfredat değişikliğine gittiği pek çoğumuzun malumu.
Peki, bu netameli sistemden kurtulmak için ne kadar hazırız acaba? Sözgelimi, biz öğretmenler; imtihanlarda öğrencilerimize, hala, “filan yazar ya da şairin edebi şahsiyetini tanıtınız” veya “onun eserlerini yazınız” gibi sorular sormaya devam etmekte isek, bu cendereden kurtulma konusunda bir şeyler yaptığımıza inanabilir miyiz? Oysa elmanın bütün çeşitlerini ezbere bilmenin, onların tadını bilmekle aynı şey demek olmadığını bilmemiz gerekirdi. Bunun benzer örneklerini diğer bütün alanlar için de söyleyebiliriz.
Ezberci eğitim, hayatımıza öylesine girmiştir ki, günlük hayatımızda birtakım tuhaflıklarla karşılaştıkça bunu çok daha iyi anlarız. Çoğumuzun başına gelmiştir herhalde; ‘kapalı’ diye düşündüğümüz kapıya anahtar sokup açmaya çalışmak… Açılmadıkça öfkelenmişizdir. Anahtarın bu kapıya ait olduğundan da asla şüphemiz yoktur… Peki, o halde ne diye açılmamaktadır bu kapı? Tesadüfen kolu kurcaladığımız bir sırada açılıvermez mi, şaşar kalırız… Kapının, ‘açık olabileceği’ ihtimali hiç mi hiç aklımıza gelmemiştir. Daha bunun gibi ne tuhaflıklarla yüz yüze geliriz yaşadıkça; sıralayacak olsak, sayfalar tutar.
Ezberci sistem çerçevesinde hareket ettiğimizden; sınırları zorlayıp çizgi üstüne çıkmak için gayret gösterme gereğini, ne yazık ki, pek hissetmeyiz. Bize verilen kadarını kabul eder, öyle algılar, öyle yaşarız. Hani doğrusu, kolayımıza da gelir böyle yaşamak. Ne yani, bu şekilde yetişenler doktor, mühendis, öğretmen, hukukçu, yönetici… olamazlar mı? O halde sıkıntı nedir? Elbette, bir meslek edinmede, bir yerlere gelmede bir problem yaşanmayacaktır. Ama bilmem kaç bininci doktor, kaç bininci öğretmen, mühendis, şu ya da bu olmak mıdır arzulanan? Onların ait oldukları millete, dünya çapında bilim adamları, meslek adamları, sanat adamları, yöneticiler lazım değil midir? Kendi dar kabuğunu kıramayan bir sistemin mensuplarından daha fazlasını beklemek asla ve asla mümkün olamaz. İçimizdeki yücelikleri keşfedemedikten sonra, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, yerimizde sayar dururuz…
Halen tıp fakültelerinin birinde öğretim üyesi olarak çalışmakta olan bir yakınımızdan dinlemiştim: “Tıp terimlerini Türkçeleştirme çalışmaları çerçevesinde bir sempozyuma katılmıştık. Heyecanlı konuşmalar oldu. Derken öğretim üyelerinden biri, hiç beklemediğimiz bir çıkış yaptı. Neymiş de, İngilizce adlandırılmış bir ilaçtan bahsedilirken kelime yanlış telaffuz edilmiş… Adam, bu yanlışlığı yapana öyle yüklendi ki, şaşırdık kaldık. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusuydu böyle; babasının adı yanlış söylense bu kadar tepki vermezdi herhalde… Biz, ilaç isimlerini bütünüyle Türkçeleştirmeye çalışırken nelerle karşılaşmıştık…”
İşin acı, ama gerçek olan yanı şu ki; gelişmiş ülkeler, efendiler olarak, elleri altında tuttukları öteki ülkelere istedikleri şekilde bilgi ve görüş dikte edecekler, onlar da bunları aynen kabul edecekler… Hiç sorgulamadan… Çünkü efendilerin verdiği bilgiler en doğrusudur, tartışılamaz. Onların koymuş olduğu isimlerin elbette bir hikmeti vardır, değiştirilir mi hiç (!), değil mi?
Coğrafi isimlere bir bakın; “Orta Doğu, Uzak Doğu” yakıştırmaları kimlere aittir? Haritalarda koskoca Afrika kıtası, Kuzey Amerika’dan daha küçük gösterilmiyor mu? Hâlbuki Afrika daha büyüktür. Ama öyle gösterilmeliydi; efendilerin yaşadığı yerler, haritada bile olsa, daha küçük gösterilemezdi(!)… Biraz meraklı olanlar, araştırdıkça, daha ne gariplikler göreceklerdir.
Yani kısacası, efendiler üretecekler, köleler de kayıtsız-şartsız itaat edeceklerdir. Bu da hiç şüphesiz, ezberci mantığın yerleştirilmesiyle sağlanmaktadır en etkili bir biçimde. (İngilizlerin Afrika yerlilerine ve Hintli çocuklara logaritma cetvellerini körü körüne ezberletmeleri nasıl izah edilebilir?)
Şurası yanlış anlaşılmamalıdır: Ezber yoluyla da öğrenilecek bilgiler olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. Burada eleştiri konusu edilen, beyinlere kelepçe vuran bir sistemin varlığıdır. Cemil Meriç’in "izmler" için söylediği; “zihinlere giydirilen deli gömleği” tarifi, sözünü ettiğimiz sistem için de aynen geçerlidir.
Milletimizin özünde sakladığı müstesna güzellikleri ve değerleri yok ederek; onu kimliksizleştirme, büyük şahsiyetler yetiştirme kabiliyetini tamamen söndürme gayretlerinin tezahürü olan bu oyunlara düşmemeliyiz. Bu güzide milletin varlığı, insanlığa kan kusturan azılı güçleri her zaman rahatsız etmeye devam edecektir. İçinde bulunduğumuz şu zamanlar içinde, gözlerimizin önünde cereyan etmekte olan oyunlar, entrikalar, hep bu aziz milleti mahvetmek için tezgâhlanmaktadır. Büyük Rus yazarı Dostoyevski’nin şu sözlerini okuduktan sonra, birtakım sinsi güçlerin bizleri sürüklemek istedikleri felaketin boyutları herhalde daha iyi anlaşılacaktır.
“Millet içinde her büyük adam bir büyüteç, bir yakıcı cam gibidir. O kendi şahsında milletinin en iyi kuvvetlerini, bütün dehasını toplar. Ama gökyüzü puslu ise havada güneş ışınları yoksa hiçbir yakıcı cam, bir kar taneciğini bile eritemez, bir damla suyu bile ısıtamaz. Büyük adam, bir kahraman, daha çok bir yıldırıma benzer. Halk yığınları ise içinden yıldırımın çıktığı buluta benzer. Bulutta elektrik yoksa ondan yıldırım çıkmaz. İşte milletler de böyledir. İçinde büyüklük, kahramanlık öğeleri varsa ondan büyük adamlar çıkar. Halk yığınları soğuk, nemli puslardan ibaretse, hiçbir gün onlardan şimşek çaktıramaz.”
Bunun üzerine daha ne söylenebilir ki…
Yazı: Rıdvan GÖK/01.06.2011