Bugüne kadar yeryüzünde, hemen her devirde, değişik çap ve buudlarda kargaşalar meydana gelmiş, kargaşaları kargaşalar takip etmiş; dağlar cesametinde çalkantılar olmuş, insanlık defaatle ümitsizlik ve hayal kırıklığına uğramış... Sonra da çalkantılar dinmiş, her yanda peşi peşine baharlar sökün etmeye başlamış ve acılı günler bütünüyle unutulup onların yerini sevinç ve neş'e günleri almıştır.
İnsanoğlu, tarih sahnesinde var olduğundan beridir süregelen bir devr-i dâimdir bu. Oysa insan, daha ilk günden itibaren asla yalnız bırakılmamış, hep ilâhî bir destekle desteklenmiştir. O halde, her devirde ve her yerde; asla yolunu kaybetmeden, başını taşlara çarpmadan, kesintisiz bir süreklilik içinde yol alması, hep mesut ve bahtiyar yaşaması gerekmez miydi? Fakat heyhat !... Öyle olmamış, yaratıcısını, yaratılışının gayesini ve saadetinin kaynağını sık sık unutan insanoğlu, kendi içinden çıkardığı Nemrutların, Firavunların, dayanılmaz zulmü ve baskısı altında inim inim inlemiştir çağlar boyu...
Gayesi ve yaratıcısından uzak düşerek, zifiri karanlıklar içinde zaman zaman, "aşağıların en aşağısına" yuvarlanan insanlığa her defasında, doğruyu gösterecek şaşmaz pusulalar olarak peygamberler gönderilmiştir. Rotasını sık aralıklarla şaşıran insanlığa, gerçek rotasını buldurmak için… Bu güzide şahsiyetler, insan takatinin çok çok üstünde dayanılmaz acılara, çilelere, zulümlere katlanarak mücadele etmişlerdir insanlığı daha iyiye daha güzele götürebilmek amacıyla.
Gücü ve otoriteyi ellerine geçirdikten sonra; her şeye istedikleri gibi yön vereceklerini, dünyayı istedikleri gibi çekip çevireceklerini sanan talihsiz ve şaşkın müstebitler; ne yazık ki, kendilerine uzatılan nur huzmelerinden hep kaçmışlar, bildiklerini okumaya devam etmişlerdir.
Yürekler dağlayan çığlıklar, feryâd ü figanlar, onlar için; en güzel bir mûsikînin iştahla dinlenilen nağmeleri olmuştur. Mazlumların seller gibi akan gözyaşları, âh ü enînleri üzerine bina ettikleri zulüm imparatorluklarının; bir gün, yine onların ahlarından fırlayan güllelerle darmadağın olabileceğini hiç mi hiç hesaba katmamışlardır. Hiç bitmeyecek zannettikleri kısacık hayatlarını, hâşâ, bir ilâh azameti vehmiyle görerek sapıttıkça sapıtmışlardır.
Bu zulüm ve baskılara "dur" diyecek, onlara Hakk'ı ve hakikati gösterecek kişi ya da kişilerin zuhur edebileceğini düşünmeden de edememişlerdir. Geleceklerini karartabilecek böyle kişi ya da toplulukların ne hükmü olabilirdi ki onlar İçin? Bunun da bir çaresi bulunurdu elbet... Öyle ya, nasıl olsa, kendi buyrukları dışında, bir kuş bile habersiz uçup gidemezdi... Öyle ise yapılacak iş gayet basittir: Yok etmek... Kendilerine, ikballerine yönelik tehdit unsuru taşıyanları daha doğmadan, palazlanmadan yeryüzünden kazımak... Binlerce senedir dinlediğimiz Nemrut ve Firavun hikâyeleri, bu acınası anlayışın hazin sonuçları olarak hâlâ önümüzde durmuyor mu?
Ama ne olmuştur? Ateşlere atılan Hz. İbrahim, bir gül bahçesine düşmüş, Hz. Musa da -bütün insanlığa kıyamete kadar şaşmaz bir ibret olsun diye- bizzat, kendisini yok etmek isteyen Firavun'un sarayında büyütülmüştür. Dünya var oldukça bütün çağlarda, insanlık âlemi haritayı - pusulayı şaşırmasın diye, Yüce Allah, en son ve değişmez Kitabı’nda bunu, en canlı bir şekilde "akıl sahipleri"nin nazar-ı dikkatlerine sunmaktadır...
Şurası şaşmaz bir gerçektir ki; kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım problemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir.
Cihan var oldu olalı, hiçbir şey kararında kalmamış; gelenler gitmiş, gidenlerin yerlerini başkaları almış ve onları da daha başkaları takip edip durmuştur. Bir zamanın azizleri, başka bir zamanın perişanları; perişan ve derbederleri de azizleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bu itibarla bugün aziz görünenlerin yarın zelil, bugün zelil sayılanların da yarın aziz olamayacakları iddia edilemez.
Bu yüzyıla kadar insanlık, yeryüzündeki hâdiseleri hep mevzii olarak tanıdı. Bu itibarla da, sağda-solda cereyan eden harplar-darpler onu ne fazla ilgilendirdi ne de endişelendirdi. Oysaki bugün, mesafe ve sınırlar o kadar daralmıştır ki, dünyanın en ücra köşesinde cereyan eden herhangi bir hâdise, hemen her yerde derinden derine kendisini hissettirmekte, dolayısıyla da ruhlarda ya huzursuzluk ve endişe veya emniyet ve sevinç meydana getirmektedir.
Çağımızın insanı, bu kargaşa ve çalkantıların en amansızlarına, en seri yayılanlarına şahit oldu. Zannederim, yeryüzü, bugüne kadar hiçbir devirde bu kadar cinnete şahit olmamıştır. Bernard Shaw'un da dediği gibi "eğer diğer gezegenlerde bizim gibi canlılar varsa dünyamızı mutlaka bir tımarhane şeklinde görüyorlardır." Evet, günümüzün insanı, emsali görülmedik bunalımlar içindedir ve bu haliyle de o, daha çok delilere benzemektedir. Tabii dünyamız da deliler diyarına...
Ne yazık ki bizler, bütün iyilikseverlerin samimi gayretlerine rağmen, hep huzursuzluk ve endişe veren hâdiselere şahit olduk. Kalp ve kafa bütünlüğünü temsil edecek olan yeryüzünün gerçek sahipleri gelip insanlığın kaderine hükmedecekleri güne kadar da, bütün bu huzursuzluk ve endişeler devam edeceğe benzer.
İki binli yılların başlarını yaşarken bütün dünya, değişim rüzgârlarının ılık nefeslerini kendinde hissetmeye başlamıştır. Denilebilir ki beşer, yirminci asra, mide ve bağırsaklarının zebûnu olarak girmesine karşılık, önümüzdeki asırda, ruhuyla ve insanlığıyla yaşayabilme hazırlığı içindedir.
Şurası muhakkak ki, tarihin her devrinde olduğu gibi zamanımızda da insanlığı, kendini düşünmeyen ve kendisi için yaşamayan kahramanlar kurtaracaktır.
Elbette ki, İslâm'ın her zaman taze ve zinde olan, zaman zaman en karanlık sislerle kapatılmaya - boğulmaya çalışılsa da, nurlu ışıkları; bütün yeryüzünü bir baştan bir başa yeniden aydınlıklara garketmek üzeredir. Tarihin çeşitli devirlerinde olduğu gibi, mensuplarına bundan sonra da, muhteşem medeniyetler hediye edeceği zamanlar pek yakındır. Çeşit çeşit "buhranlar anaforunda" asırlardır bunalan milletimizin de, hiç şüphe edilmemelidir ki, ters giden talihi dönmek üzeredir.
Senelerden beri; düşüncede, tasavvurda, ahlâkta çeşit çeşit içtimaî erozyonlara maruz bırakılmış bu ülke, diğer memleketlere nispetle daha çok gadre uğramış olması; mazisi ve milli harsıyla, daha çok örselenmiş bulunması itibarıyla, adeta "metafizik" gerilimin merkez üssü gibi olmuştur.
Öyle inanıyoruz ki, şayet bir muhalif rüzgâr esmezse milletimiz; tarihi tekerrürlerle açılan yollarda devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini bir kere daha alacaktır. Hakk'ın inâyetiyle bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.
Ama biz, her şeyden önce, fert fert; o kutlu yarınlara, "cennetâsâ bahar" lara lâyık insanlar olabildik mi? Burası çok önemlidir... Bu bağlamda, şu güzel sözü hiç aklımızdan çıkarmamak ve gereğini mutlaka yerine getirmek zorundayız : "Eğer fatih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın. İç dünyâsında fatih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur.” Âlemlere rahmet olarak gönderilen "nebiler nebîsi sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), " küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" derken, asırlar öncesinden bu gerçeği, en güzel ifadesiyle işaret etmemiş miydi?
Bunun içindir ki, O'nu, idrâklerin en yüksek derecesinde anlayarak hayatlarına uygulayan müslümanlar; çağlar boyunca, bütün dünyanın gıpta ile seyrettikleri yüksek medeniyetler vücuda getirmişlerdi. Öyleyse, gerekli şartlar oluştuktan sonra, niye bundan sonra da aynısı olmasın? Binli yılların tartışmasız galibi olan bizler, niçin iki binli yılların da galibi olmayalım... Kendimizle birlikte, bütün insanlığın da saadetini istiyorsak buna inanmalı ve irademizi sonuna kadar kullanmaya çalışmalıyız.
İşte o zaman Yüce Allah (c.c.)'ın, kıyamete kadar geçerli olan şu vaadi, bundan sonra da mutlaka yerini bulacaktır : "Biz Zikir'den sonra Zebur'da da şunu yazdık; Yeryüzüne benim sâlih kullarım vâris olacaktır” (Enbiya: 21/105).
O halde, bin bir türlü gaileler içinde bunaldıkça bunaldığımız zamanlarda ; "Ciddi bir tenebbüh için bir değil, bin belâ da olsa ne leziz !" diyebilmeli değil miyiz?