Hayvanlar hecelerle, sıradan insanlar kelimelerle, öncü
insanlar kavramlarla düşünürler ve konuşurlar.
***
Din, dil, ırk; medeniyet,
devlet, coğrafya ne olursa olsun insanlar ikiye ayrılırlar: değer üretenler,
değer tüketenler. Bu iki grubun oranı asimetriktir, tüketici kesim kalabalık kitlelerden
oluşurken üreten kesim ise içinde bulunulan topuma göre değişkenlik gösterse de
parmakla sayılacak kadar azdır denilebilir.
Genelde İslâm toplumları,
özelde Türkiye üzerinden değer üretimini ve tüketimini ele alacak olursak meramımı
anlatmakta pek zorluk çekeceğimi sanmıyorum. Sezai Karakoç’un değimiyle
Müslümanların sorunu fikir kıtlığı değil, fikir birliğinin yoksunluğudur.
Özellikle son birkaç asırdır “Müslümanlar neden geriledi?” sorusu üzerinden
binlerce yazı kaleme alınmıştır. İçlerinde çok değerli risaleler ve makaleler
olmasına rağmen hemen hemen hepsi birbirine ikame olmaktan öte geçemeyen
“teşhis” düzeyinde çalışmalardır. Çok azında tedaviye yönelik işaretlere
rastlanmaktadır ancak bunların ise sunacakları reçeteleri yoktur, “ilaç şudur” diyerek
kestirip atmaktadırlar. En genel manayla konulan teşhis, “İslâm’dan uzaklaşmak”
iken sunulan tedavi ise “İslâm’a yaklaşmak”tır. Teşhis doğru, önerilen tedavi
de doğru. Ancak yanlış olan veya eksik olan çok önemli bir şey göz ardı
edilmektedir: reçete. Dağdaki çobandan akademideki hocaya kadar hemen hemen her
Müslümanın teşhis ve tedavi cümlesi bundan ibarettir: İslâm’dan uzaklaşmak - İslâm’a
yaklaşmak.
Tedavi için gerekli
reçetenin yazılması, hazırlanması ve hastaya uygulanması için şu üç soruyu
sormak zorundayız: İslâm’dan neden uzaklaşıldı, nasıl uzaklaşıldı, İslâm’a geri
nasıl yaklaşılmalı? Son iki yüz yıldır yazılan külliyattan artık biliyor ve
kabul ediyoruz, İslâm’dan uzaklaştığımız için bu duruma düştüğümüzü ve
kurtulmak için de yine İslâm’a geri dönmemiz gerektiğini. Bu nedenle teşhise
yönelik yazılacak her cümle tekrara düşmek olacağından bundan böyle bütün
gayret ve enerjimizi tedavinin uygulanması için reçete arayışına yönlendirmemiz
elzemdir.
...
İslâm’dan neden ve nasıl
uzaklaştık?
Neden sorusuna
verebileceğim henüz bir cevabım yok lakin nasıl sorusu için âcizane bulduğumu
düşündüğün birkaç cevap üzerinden reçete arayışına katkıda bulunmaya
çalışacağım.
...
Taassup, -özellikle
düşünce ve fikirde- önümüzde dimdik ayakta duran devasa bir puttur. Putu kırmak
bir yana onu gizleyen perdeyi açmayı düşünmek dahi affedilemez büyük suç ve
günahtır. Oysaki taassup, insanı (ve toplumu) önce kibre çeker, sonra yokluğa
sürükler. Medeniyetimiz bu şekilde İslâm’dan uzaklaşmakta ve yokluğa
sürüklenmektedir. Bu nedenle hastalıklı bünyemize acilen uygulanması gereken
tedavi, zihin dünyamızı uyuşturup bağışıklık sistemimizi zayıflatarak zehirli
fikirlere karşı bizi dirençsiz kılan taassup mikrobunu bir an
önce kanımızdan temizlemek olmalıdır.
Tarih, elbette
medeniyetleri diri tutan köklerdir. Lakin köklerin yaşayabilmesi ve sert rüzgârlara
dayanabilmesi için gövdenin de canlı ve diri olması gerekir. Gövde, göklere
uzatacak yeni sürgünler vermezse hastalıklı dalları çoğalarak kurtçuklar üretir
ve köklere doğru çürümeyi başlatır. Taassup, bu kurtçukların ana rahmidir ve
hastalıklı dalların gövdesindedir. Bundan kurtulmak ve ağacı yeniden diriltmek
için hastalıklı dalların kesilip atılması ve yeni sürgünler için yol açılması
gerekir.
Tarih taassubumuz
nedir?
Ecdadımızı, özellikle Osmanlı tarihimizi kusursuz olarak okumak ve insanlara
kusursuz bir toplum örneği gibi sunmaya çalışmaktır. Bir tarihçi değilim, bu
nedenle Osmanlı’nın şu şu kusurları vardı diye ayrıntılı tarih analizi yapacak
ilmim olmadığı gibi bunun için dirayetim de yok. Ancak şu cümleyi kurmak için
kendimi oldukça cesur ve dertli buluyorum: Tarihe getirilen eleştirilere
karşı “toz kondurmaz” bir yaklaşımla tutum sergileyerek kulak tıkamak “tarih
bağnazlığıdır”. Bu bağnazlık, sadece ve sadece ecdadımızın bakiyesinden
değer tükettirmekten başka bir işe yaramamaktadır.