Tarihe tek nokta perspektifinden bakıldığı için geçmişi dürüstçe ve
samimiyetle anlamaya çalışmak pek mümkün değildir. Tarih bilimcileri her ne
kadar tarihi olayların kendi dönemi içinde okunması ve değerlendirilmesi
gerektiğini söyleseler de bu pek mümkün olmamakla birlikte aslında bir noktadan
sonra fayda sağlamamaktadır. Olayları yaşanan dönem şartlarına göre
değerlendirmek tarih ilmine objektif bir bakış kazandırsa da burada sorunlu
olan ve gözden kaçırılan önemli nokta, objektifliğin tanımı belki
kriterleridir. Aslında bu yönüyle bilimler içinde en dinamik ve bir o kadar da
en dönek olan bilim alanı tarihtir.
Her topluma hatta her insanı hakkaniyetle kapsayan, kucaklayan ve koruması
altına alan evrensel objektif bakış açısının varlığından bahsetmek mümkün
mü? Hele hele bu, tarih söz konusu olduğunda yerel ve milli kapsayıcılığa sahip
objektif bir tarih anlayışının ve bakış açısının mümkün olduğu söylenebilir mi?
Kendi tarihi geçmişimize baktığımızda en tartışmalı konular olan dört halifelik
dönemi, matbaanın topraklarımıza giriş serüveni, Tanzimat, Abdülhamit Han,
Atatürk ve darbeler dönemi gibi mevzuları objektif bakış açısıyla en az bir
tarihçiye sahip olduğumuz iddia edilebilir mi? Muhtemelen bu soruya olumlu
cevap vermek isteyenler çıktığında herkes kendi ideolojik kutbunun fetişi
haline dönüşmüş tarihçilerini örnek verecektir.
Bu yazımızda vurgulamak istediğimiz asıl konu tarihçilerin objektifliğini
sorgulamaktan ziyade hangi ideolojik kutupta yer alırsa alsın hamaset bataklığına
saplanmış tarihçilerin özelde kendi ideolojilerine, genelde toplumun selametine
nasıl engel olduklarını vurgulamak ve dikkat çekmektir.
Ne yazık ki tarih yazınında ve okumalarında desteklenmek istenen
ideolojik görüşe yatkın olan tarihî şahsiyetlerin kahramanlıkları sorgulanmadan
ve eleştirel süzgeçten geçirilmeden yüceltilerek kusurlardan arındırılırken istenmeyen
tarihî şahsiyetler ise hain ya da beceriksiz ilan edilmektedir. Bunun en güzel
örneklerini yakın tarihimizin şahsiyetleri olan Abdülhamit Han, Sultan
Vahdettin, Enver Paşa ve Atatürk ile ilgili kutuplaşmış tartışmalardır. Bizim
buradaki meselemiz bu şahsiyetlerin kimler tarafından ve nasıl yüceltildiği
veya aşağılandığı değil, yoğun bir hamaset vurgusuyla şahsiyetlerin birer fetişe
dönüştürülerek tarih okumalarının kısır bir bağnazlığa sürüklenmesidir.
Şahsiyetlerin kahramanlıkları üzerinden yazılan tarih, hamasetten arındırılmadığı
sürece dünü hakkaniyetli bir şekilde gün yüzüne çıkarmayacağı gibi geleceğin
inşasında da umut vaat etmemektedir.
***
Şimdilik yazıyı burada
sonlandırarak okurlar üzerinde bir merak duygusu oluşsun istiyoruz. Muhtemelen
zıt kutuplara ait şahsiyetleri dile getirdiğimiz için okurlarımızın büyük
çoğunluğunda iki tür beklenti oluşacaktır. Bir grup, kendisini bağnazlıktan
kurtaramayıp eleştirdiğimiz kusurlu tarih anlayışını kendisine yakıştırmayıp karşıt
bakıştan örnekler vereceğimiz beklentisine gideceklerdir. Diğer grup ise şahsiyetler
üzerinden örneklendirmeler yaparak ağır ithamlarda bulunacağımızı düşünerek ön
yargıda bulunacaklardır ve hatta bize karşı münafıklık ithamlarında
bulunacaklardır. Mevcut tarih anlayışının dayattığı bu yaklaşımlar, içinde
bulunduğumuz toplum itibariyle kaçınılmaz ve sıradandır. Zaten bizim de ele
almak istediğimiz asıl mevzu bu sıradanlaşmış anlayıştır.
Konuyu daha derinlemesine ve
örneklere dayalı ele alacağımız başka bir yazıda buluşmak duası ile…