Yasaklı bir ağacın
meyvesiyle başlayan bir yolculuktur, insanlığın dünya serüveni. Bu yolculuk ne
bir ticari seyahattir ne de turistik gezintidir. Bu, aşkın yolculuğudur. Aşkın,
arayışın ve vuslatın yolculuğu...
İnsanlığın bu
yolculuğunda gözler nelere şahit olmuştur? Ya gönüller... Yeryüzünün
manzaraları benzerdir. Denizler, ormanlar, ovalar, şehirler... Her ne kadar
farklı görünseler de insan tahayyülünde aynı imgeleri canlandırırlar. Manzara,
gözden gönle yansıdığı anda ayrışır ve her bir insanda keşfedilmeyi bekleyen
farklı dünyalara dönüşür. Bu yönüyle insan, tende değildir; ten içinde gizli
olan candadır. Bu can ki cananın yeryüzündeki yansımasıdır. İnsanı eşref -i
mahlûkât yapan özelliği de yansıması olduğu cananı arayışıdır.
İlk insana, Hz. Âdem(a.s),
bedenine ruh üflenip can bulduğunda, gözlerini açtığında ilk gördüğü manzara
nedir? Dağları, ovaları, denizleri, gökleri mi görmüştür? Ya Havva’sıyla ilk karşılaştığı
anda gördüğü kadının cemali dışında kalan her şeyi matlaştırmış mıdır? Gördüğü
bu manzara karşısında kendisine ruh üfleyen kudreti bir anlığına da olsa
unutmuş mudur? Yasaklı meyveyi koparması kulağına fısıldanırken gözleri hangi
renge ilişmiştir? Koparma anı, ısırması ve unutmuş olduğu ihtarı hatırlaması,
dünyaya gönderilişi ve ayağı toprağa bastığında ilk manzarası... İlk gördüğü
hangi dağdır, ovadır, nehirdir, denizdir? İnsan elinin ve dahi gözünün henüz
hiç dokunmadığı yeryüzünün tüm manzaraları kim bilir nasıl da güzeldi?
Bunlardan hangileri günümüz dijital fotoğraf makinelerinin objektiflerinden
görünmektedir?
Kâbil, kardeşi Hâbil’de
olan ama kendinde olmayan neyi gördü ki ilk kanlı fotoğrafı çekti? Hâbil,
toprağa ilk düşen, yeryüzünden asli vatanına ilk dönen insan olarak gözlerini
kapatmadan önce gördüğü son şey neydi? Kardeşinin kana bulanmış elleri mi yoksa
kin ve hasetten kararmış ilk insanın gözleri mi?
Hz. Musa Rabbini görmek
istediğinde, O’na “şu dağa bak” emri verildiğinde ne görmüş olmalı ki dağ
paramparça oldu da Musa kendinden geçti? Firavun, denizin iki yakası kendisini
yutmak üzereyken ona görünen hakikat neydi ki secdeye kapandı?
Hz. İbrahim ateşe
atılırken Nemrut’un gözlerine kızgın alevler yansırken Hz. İbrahim’in gönlüne
yansıyan neydi? Hz. İsmail’in boynuna keskin bıçak dokunduğunda bağlı gözlerini
aydınlatan nur neydi? Züleyha’nın topladığı kadınlar Hz. Yusuf’ta gördükleri
neydi ki bıçaklar tenlerinden ruhlarını keserken kendilerinden geçmişlerdi? Ya
Hz. Yusuf dünyanın en gözde en güçlü kadınları kendine hayran hayran
bakarlarken, O’nu arzularlarken, O, onların göremediği hangi güzelliklere
bakıyordu?
Bahîrâ’nın görüp diğer
insanların göremediği çocuk kimdi? Bahîrâ O’nda neyi görmüştü? Sahip olduğu
gözün diğer insanların gözlerinden farkı neydi ki kimseler göremezken O
görebiliyordu?
Hira mağarasının
girişinden Kureyş’in ışıkları içeri sızarken âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamber Efendimizin gözlerinden dışa yansıyan hakikatler neyin
görüntüleriydi? Cibril O’na görünüp “ikra!” diye nida ettiğinde hangi âlemlerin
perdeleri açılmıştı? Hira’da yanan ışık Mekke’nin manzarasını nasıl değiştirdi?
Yeryüzü aydınlığa kavuşurken Leheblerin gözlerine çekilen mil de neyin nesiydi?
Ya semalara yükselip âlemlerin Rabbinin huzuruna çıktığında hiçbir insanın
göremeyeceği hangi manzaraları müşahede etti?
..
Görmek, eğer bakmak
olsaydı insan eşref-i mahlûkat olmazdı. Görmek fark etmektir, hissetmektir,
arzulamaktır, aramaktır; bilmektir, bulmaktır, olmaktır. Yeryüzü, yasaklı
ağacın meyvesini koparan insan için bir sürgün yeri değildir; yeryüzü, insanın
unuttuğunu hatırlamak, kaybettiğini bulmak için gönderildiği cennetin sırlanmış
kapısıdır. Gözler bu kapıda iki şeyden birini görür; ya yosunlu bir duvar ya da
yeryüzü renklerini daha canlı gösteren bir ayna. Bakmak ve görmek aynı olsaydı
hiçbir insan perdenin arkasında sırlanan hakikatin ve cennetin kapısını
bulamazdı.
Bakmak ve görmek: Biri
tenden içe giren siyah leke; diğeri içten ötelere açılan pencere.
Göz perdedir; aşkın
yolculuğuna çıkmış insanı gölgeleyip onu şaşı yapan, yolunu şaşırtan kalın ve tüylü
perde. Göz, bakabilmek için ışığa ihtiyaç duyar. Işık ise ayrıntıları
pürüzsüzleştirir ve her şeyi aynılaştırır. Görebilmek için ışık içeriden
yansımalıdır. Tıpkı Mekke’yi ve tüm insanlığı aydınlatan nurun Hira’nın içinden
dışa yansıması gibi.
Hakikatin ışığını
dışarıda, tende, nesnede, cepte arayanların bulacağı tek şey, anlık hazzın
bıraktığı baş ağrısıdır. Hakikatin ışığı insanın içinde yanmadığı sürece insana
ötelerin perdelerini açmaz. Dışarıdan yansıyan her ışık hakikat duvarlarına
yansıyan gölgelere dönüşür. Gölgeler soğuktur, karanlıktır, tenhadır.
Göz, çirkine, pis olana,
haram olana bakmak için bahşedilmemiştir; insanın yitirdiği cennetini bulmak ve
unuttuğu sözünü hatırlamak üzere hakikatin yolunu görebilmesi ve yolculuğunu
tamamlayabilmesi için emanet edilmiştir. Hakikatin sırlarını ifşa edemeyen bir
göz, çektiği fotoğrafları ya patlatan ya da kumlu çıkartan fotoğraf makinesi
gibidir. Ancak kusur makinede değildir; makinenin doğru ayarlarını yapmayan
zihindedir.
Gözü bozuk olan nesneleri
göremez. Görüşü bozuk olan ise hakikati...
Hakiki göz aşkın
fotoğrafını çekebilen gönül gözüdür.
Mehmet Varıcı