Yalova Üniversitesi Prof. Dr. Osman Çakmak İle Türkiye'nin Eğitim Sistemini Konuştuk
Prof. Dr. Çakmak, “şartlı öğrenmeyi” esas alan eğitim sisteminin, ne kadar eğitimli olursa olsun zihinsel şartlanmanın esiri insanlar yetiştirdiği görüşünde.
Prof. Çakmak, ülkenin eğitim ve araştırmanın gerçek problemlerini ve çözüm yollarını çeşitli platformlarda, sözlü ve yazılı basının çeşitli kademelerinde dile getiriyor. Eğitim ve bilim dünyamızın problemlerine çıkış yollarını gösteren seminer, konferans gibi aktivitelere katılıyor. Yayınlanmış kitapları var. Osman Çakmak ayrıca popüler bilim konularında da yazıyor.
Okulların ders başı yaptığı şu günlerde Prof. Çakmak’la okullarımızda bilgiye odaklı ve tekrara dayalı öğrenme usulunün öğrenme teorileri içindeki yerini araştırdık. Şaşırtıcı sonuçlara ulaştık. Zaman zaman Samanyoluhaber’de farklı çıkış ve bakış açıları ile ülkemizin eğitim ve araştırma gerçeklerini dile getiren Osman Çakmak’ın açıklamalar hayli ilginç ve şaşırtıcı!
Söyleşimizde Osman Çakmak’a en can alıcı soruları yönelttik: Eğitim eğitiyor mu? Eğitim yapımız hangi öğrenme teorileri üzerine kurulu? Bu eğitim hangi istenmeyen yan ürünleri netice veriyor?
Okulların eğitime başladığı şu sıralarda eğitim sistemimizi de tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Kısaca bir değerlendirme yaparsak ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?
İnsanlar öğretilen şeylerin birbiriyle anlamlı ilişkileri üzerinde düşünebilme, anlamlı ilişkilerden bir sonuca varabilme ve bütünü kavrayabilme ve düşünme yeteneğine sahiptir. “Bilgiye odaklı” ve “tekrarlamaya dayalı” bir eğitim sistemimiz var. Sorgulama yapmadan öğrenme ve bilgi yükleme üzerine kurulu bu yapının esasının ise “şartlı öğrenme” teşkil ediyor.
İNSAN BEYNİ DE ŞARTLANIR...
‘Şartlı Öğrenme’den Kastettiğiniz Nedir?
Öğrenme sadece insanlarda değil, diğer canlıların da hayatlarını sürdürmeleri için sınırlı da olsa kullandıkları bir beceridir. Her canlı türüne öğrenme konusunda harikulade yetenekler verilmiştir. Tekrar, ceza, ödül gibi metotlarla öğreticilerin arzuladıkları davranışları göstermeye başlarlar. Hayvanlara şartlanma yoluyla bazı davranışlar kazandırabilirsiniz. Örneğin sayfalar arasına arpa koyarak bir merkebe kitap sayfalarını açmayı öğretebilirsiniz. Ama merkep kitap içindeki yazılı manaları kavrayamaz. Siz sözlü metinleri de akıl ve muhakeme yürütmeden zihni fonksiyonları bir kenara bırakarak insana tekrarlatarak öğretebilirsiniz. Bu gerçekte bir öğrenme değildir.
Sadece hayvan beyni değil, daha geniş bir çerçevede insan beyni şartlanmaya açık bulunmaktadır. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir.
Klasik şartlı öğrenmede, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Pavlov’a göre hayvanların öğrenmesi düşüncelerin ilişkilendirilmesi değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Rescola ve Wagner bu model üzerindeki çalışmalarında klasik şartlanmanın tek başına şartlı ve şartsız uyaranın birlikteliği ve tekrarlanması sonucu oluşmayacağını ileri sürmüşlerdir. Beyin, çevredeki birbiriyle bağlantılı ya da ilişkili olayları seçer ve belirler
Diğer bir önemli ilişkilendirilmiş öğrenme örneği ise Operan şartlı öğrenmedir. Bu öğrenme biçimine deneme- yanılma yöntemi de denmektedir. Klasik şartlanma iki uyarı arasındaki bağlantıyı ihtiva ederken, Operan Şartlanma bir uyarı ile canlının bu uyarıya karşı oluşturduğu davranışı içerir. Skinner’in incelediği Operan modelinde bir kafes içine konan sıçan, bir ışık karşısında bir düğmeye basarak yiyeceğe ulaşacağını öğrenir. Başlangıçta yiyeceğe nasıl ulaşacağını bilemeyen sıçan, birbirinden farklı davranışlar sergiler ve önünde duran düğmeye rastgele basarak yemeğe ulaşır. Bu davranışını birkaç kez tekrarlayıp aynı sonuca ulaşan sıçan, ışık yandığında düğmeye basar ve yiyeceğini alır.
Şartlanmanın klasik örneği, Pavlov’un herkesçe bilinen deneyidir. Bir köpeğe her yemek verilişinde ışık yakılırsa bir süre sonra köpek ışık ve yemeği özdeştirir. Yani, yemeğin gelmesini ışığın yanmasına bağlar. Şartlanma kavramlar arasında ilişki kurmaya dayanır.
Şartlı ve operan öğrenmede öğrenilmiş bilginin kullanılması, analiz edilmesi, içselleştirilmesi sınırlı demek istiyorsunuz…
Evet. Farklı gibi görünen klasik ve operan şartlanmada esasen temel kurallar aynıdır. Ödüllendirme ve kaçınma, davranışı belirlemektedir ve her iki şartlanma biçiminde de aynı sinir sistemi mekanizmaları yer alır. İlişkilendirilmiş öğrenme biçimleriyle canlılar birbiriyle ilişkili ve ilişkisiz olayları birbirinden ayırt ediyor ve çevrede olanların nedensel bağlantılarını tesbit ediyor. Hangi uyarıların önemli olduğu, dikkate alınması gerektiği için ya daha önceden sinir sisteminde programlanmış doğru bilgi ya da sonradan öğrenme gerekmektedir.
'ŞARTLANMA AİLE'DE BAŞLIYOR'
Sadece okulda değil sorgulamanın yasak olduğu bir aile anlayışımız var. Öyle değil mi?
Anne veya babasının her söylediğinin niçin öyle olduğunu, davranışlarını sorgulayan ve merak eden bir çocuğa dayanmak, çoğu aile için zor görünebilir. Tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi merakı ve şüphesi bastırılmış bir çocukla yaşamak daha kolaydır çünkü... Hele, bunun üzerine biraz da itaat-saygı kaymağı sürülürse istenen ideal çocuk tipi karşınızdadır. Çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim onların zihnini köleleştirmeden öte bir işe yaramamaktadır.
Yani öğrenebilmemiz için doğru yaptıklarımızın bile mutlaka “neden doğru” olduklarını bilmek zorundayız…
İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli özellik yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesi değil midir? Eğer bildiğimiz her şeyi mümkün olduğunca bilinç düzeyine çıkaramıyorsak yani “açıklayabiliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Bu yüzden her öğrendiğimiz neyi niçin öğrendiğimizi hayattaki karşılığını ve ne işe yaradığını öğrenmek zorundayız.
Şartlanmaya ve tepkisel öğrenmenin ne gibi yan ürünleri ve istenmeyen sonuçları ortaya çıkmaktadır?
Zihnî boyuttan (muhakeme, akıl yürütme, yorumlama vb.) uzak bir şekilde, daha önceki bilgilerle ilişkilendirilmeden yürütülen eğitim süreci öğrenciyi, yalnızca ‘evet-hayır’ kesinliğiyle hâdiseleri ele almaya teşvik etmekte, öğrencilerin fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini dumura uğratmaktadır. Böyle olunca da okuduğu her yazıya, duyduğu her söze ve ileri sürülen her fikre düşünmeden inanması istenen öğrenci, hür düşünmeyi, düşünce üretmeyi, başka fikir ve görüşlere karşı saygılı olmayı öğrenememektedir. Öğretmenin dediği, kitabın yazdığı doğru anlayışı ile ikili mantığın çemberinden geçen insanımız, kendisine öğretilenler konusunda kuşkusu bulunmayan, bilgilerinin dayanağı sadece onları öğretene duydukları güvenden ibaret şahsiyet teşekkül ettirmektedir.
Şartlı öğrenmenin dogmatik zihniyeti yansıtan “tek doğrulu” bakış açısında ve “Sorma! Düşünme! Körü körüne inan!” anlayışında fertler yetiştiren bu eğitim anlayış ve uygulaması ile çocuklarımızı kendi ellerimizle felaketin içine sürüklemekteyiz. Direksiyonu kilitlenmiş bir araç nasıl ki yolun bazı yerlerinde doğru gidiyormuş gibi olursa da sık sık etrafla çatışırsa, şartlı öğrenme ile merakı sönmüş doğruların tekliğine inanmış bir kişi de sürekli olarak kendi gibi düşünmeyenlerle çatışmak durumunda kalır. Bunu kendi ideolojisi adına hatta çağdaşlık adına da yapabilir.
Şunu da iyi bilmeliyiz ki, modern çağın köleleştirme vasıtası şartlanmaya dayalı öğrenme yöntemidir. Dikkat ederseniz gelişmiş ülkelerin icat eden ve üreten ülke olmalarının temelinde zihni açan ve aydınlatan proje temelli araştırmaya-uygulamaya dayalı eğitim yöntemleri bulunmaktadır. Üretemeyen ama kopyalayan gelişmiş ülkelere bağlı kalan ülkeler ise, okullarında istisnasız şartlanmaya dayalı öğrenme yöntemlerini kullanmaktadır.. Ezberci, öğretme merkezli, bilgi odaklı gibi çeşitli adlarla da adlandırabileceğimiz şartlandırmaya dayalı öğrenmenin çemberini kırmak aslında insanımızın gerçekten zihinsel özgürlüğa kavuşması anlamı taşımaktadır.
Şartlı Öğrenme Her Zaman Zararlı Mıdır?
Evrenin ve bedenimizin Sahibi, hiçbir sistemi ve mekanizmayı boş ve gereksiz yere yaratmamıştır. Şartlı öğrenme sistemi de hayatımız için gereklidir. Başlangıçta şuuruna vararak öğrendiğimiz davranışları zamanla tekrarlayarak pekiştiririz. Örneğin başlangıçta şoförlüğü nazari öğrensek de kullandıkça davranış haline dönüştürürüz. Önemli olan mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmamızdır ve sorgulayıcı bir zihin yapısına sahip olmamızdır.
Başlangıçta şuuruna vardığımız ve doğru davranış, tutum ve bilgilerin tekrarlaya tekrarlaya tepkisel hale getirmekteyiz. Genel olarak yanlış bildiğimiz bir şeyin doğrusunu öğrenmek, hiç bilmediğimiz bir şeyi öğrenmekten daha zordur. Çünkü yeni bir bilgiyi öğrenebilmemiz için öncelikle eskisinden kurtulmamız, bunun için ise eski bilgilerimizi sorgulayabilmemiz gerekir. Oysa şartlanmayla elde ettiğimiz bilgileri aradan uzun süre geçmişse sorgulayamayız. Çünkü artık zihnimiz şekillenmiştir. Bu yüzden şartlanmayla edindiğimizi bilgilerin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inandırılmamız zordur. Sonuçta birçok amaçlanmayan yan ürünler oluşur. Örneğin ön yargılarla hareket eden düşünmeden hareket eden davranışlar ortaya çıkmaya başlar.
Peki Sizce Nasıl Bir Eğitim Yapısına İhtiyacımız Var?
Hangi ideoloji olursa olsun insanın korkacağı bir kesim varsa o da doğrularını sorgulamayan, doğrularını tartışmayan insanlardır... Bir konuda birden fazla “doğru” olabileceği ve bir “doğruya” birden fazla yol ile ulaşılabileceği bir mantık sistemidir ve bir düşünme biçimidir. Doğrunun değişebilirliği esas aldığımız tabana göredir, bir doğru başka bir düzlemde yanlış olabilmektedir.
Evet çoğu doğrular onları çevreleyen şartlara bağlı oldukları, o şartların varlığından sürekli olarak kuşku duyulması gerektiği bir eğitim felsefesidir ve sorgulama ve kuşku duyan, bilimsel düşünceye götüren insan yetiştirmenin temel anlayışıdır. Eğitimle ferde kazandırılması gereken öncelikli özelliktir bu.
Tüm öğrenim sürecinde öğrencinin şöyle bir anlayışa kavuşması istenmeli ve bu anlayış eğitimin ruhu haline getirilebilmelidir :“Şu anda dile getirdiklerim, sahip olduğum bilgiler mevcutla sınırlıdır, bunları zenginleştirmek için çaba içindeyim; dile getirdiklerimin geçerlilik alanını şartlarla genişletebilmek için katkıya ihtiyaç var.” Bu anlayışa kavuşan öğrenci her zaman kendini geliştirme şansı bulacak ve meraka dayalı bir kuşku ortaya çıktığından bildiklerine her zaman güvenmeyecek kendini sürekli geliştirme yenileme ve geliştirme şansı bulacaktır. Bu tarz eğitim sonucunda öğrencide çok doğrululuk, zıtlıkların aynı anda var olabilmesi gibi ilkelere dayalı bir düşünme biçimi hakim olacaktır. Bunun neticesinde insan hakları, demokrasi ve toplum kesimleri arasındaki uzlaşma ve akılcılık gibi değerleri yerleşmeye başlayacaktır. Dahası, “senden yana ve bana karşı” şeklinde ortaya çıkan kamplaşma ve zıtlaşmalar son bulacaktır.
‘EĞİTİMİ BİLGİYİ BEYNE AKTARMA ZANNEDİYORUZ'
Halbuki herkes çocuklarının doğru bir eğitim sürecinin içinde olduğunu zannediyor. Bunu fark edememeyişimizi neye bağlıyorsunuz?
Düşünün ki siz bir öğrenme mekanizması ile donatıldığınızı bilmiyorsunuz, beynin nasıl öğrendiğinin farkında değilsiniz, bilgi ve eğitimin ne anlama geldiğinin şuuruna varmamışsınız ve kendinizi tanımıyorsanız beyin boş bir kutu, bu boş kutuya habire bilgi yığmayı eğitim zannediyorsunuz.
Her bilginin modası geçiyor. Modası geçmeyen bir şey varsa o da “öğrenmeyi öğrenmedir” Öğrenmeyi öğrenmediğimiz zaman bilgi aktarmayı, doğruları söylemeyi eğitim zannedersiniz..
Öyleyse olması gereken bilginin ve eğitimin tarifini yeniden yapmak.. Peki nedir bilgi?
Eğitim ve bilgi tanım olarak basit görünse de çok karmaşık ve çok boyutlu olgulardır. İyice tarifi ve anlaşılması lazım. Bilginin dört seviyesi olduğunu söyleyebiliriz. Bilginin birinci ve en basit düzeyi bilgilenme ya da malumat düzeyidir. Bu düzeydeki bilgi genelde “nedir” sorusunun cevabıdır. Bir şeyin ne olduğunu açıklamaktan ibarettir. Muhakeme, akıl yürütme gerekli değildir. Tek bir cevapla da sonuca ulaşabiliriz. Okullarımızda bu bilgi düzeyinin yeterli olduğu şeklinde bir anlayış vardır.
Bilginin ikinci düzeyi anlama düzeyidir ve niçin sorusunun cevabıdır büyük ölçüde. Niçin sorusunun cevabı tek değildir genelde. Dolayısıyla nedeni sorgulanarak öğrenimde öğrenci tek doğrulu bakış açısına sahip olmaktan kurtulur. Bununla birlikte "niçin" sorusunun cevabı ile elde edilenler "nedir" sorusunun karşılığı olan "malumata" göre daha üst düzeyde olsa da, yine de "gerçek bilgi" değildir. Çünkü hâlâ "tepki" vermeye yöneliktir.
Bilgiyi kullanabilme seviyesine yani "beceri düzeyi"ne çıktığımızda asıl bilgiye ulaşırız. "Beceri", bilmenin üçüncü seviyesini, yani "yapabilmeyi" temsil eder ve "nasıl" sorusuna karşılık gelir. İlk iki düzey (malumat düzeyi ve anlama düzeyi) daha kısa sürede ve birisini dinlemek veya kitap okumak gibi pasif bir katılımla kazanılabilir. Öte yandan "yapabiliyor", yani bilgiyi kullanıyor olabilmek için, uygulama da içeren uzun vadeli ve sürekli bir çaba içine girmemiz gerekir. Bilginin son bir düzeyi daha vardır. Yansıtma düzeyi…. İcat etme ve üretme bu seviyeye ulaşmakla elde edilebilir.
Bunun için hangi öğrenme yöntemleri kullanmalıyız?
Eğer eğitimi “ihtiyaç odaklı, meraka ve keşfe dayalı” bir platforma çekebilirseniz şartlandırmanın tuzağından kurtulmaya başlayabilirsiniz.
Bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredatına değinmekte fayda var. Eksiklikleri olsa da, pek farkında olunmasa da yeni müfredatla birlikte eğitim dünyamız sessiz bir değişiklik yaşıyor diyebiliriz. “Yeni müfredat” mevcut Millî Eğitim’in felsefesinin değişmesi anlamına geliyor bir bakıma.
Hangi bakımdan?
Bu sistemde öğrencinin kendisini ifade etmesi, bilgiyle yüklenen nesne konumundan bilgiyi kullanan ve üreten özne konumuna çıkarılması esas alındığına göre yıllardır lafta kalan “fikri hür, vicdanı hür ve eleştirel düşünmeye sahip” nesiller artık yetişmeye başlayabilir. Eğer sistemi dejenere etmeden uygulayabilirsek, “Yeni Müfredat" haklarının farkında, sorgulayan, farklılıklara saygılı insan yetiştirmenin aracı olabileceği gibi "üretememe" ve "çözememe" hastalığımıza da bir çare olabilir. Tabii bunlar başarılırsa Türkiye’nin yeni bir çağın başında olduğunda söylemek kehanet olmaz herhalde.
-Peki müfredatta eksik kalan ya da asıl tartışılması gereken noktalar yok mu?
Yeni Ders programları gibi teşebbüsler eğitimde temel problemleri görüldüğü anlamına geliyor. Ancak görülmeyen nokta, çözümde bütüncül bakışa sahip olmadığımızdan asıl problem görülmemesidir. Çünkü reformun odağında öğretmen bulunmaktadır. Öğretmenin yeni müfredata hazırlamadan, ders programlarını değiştirmekle dönüşümün başlayacağını zannediyoruz. Halbuki iyi aletler ustaların elinde değer kazanır.
Yeni müfredatı etkisiz ve verimsiz hale getiren diğer nokta ise merkezi sınavlardır. Bu yüzden eğitim sınav odaklı hale gelmiştir. Okul ve öğretmenler ikinci planda kalmakta, hazırlık dersaneleri öne çıkmaktadır. Okullar müfredata bağlı kalmak yerine dersanelere benzer eğitim vermek zorunda kalmaktadır. Öğrenci başarısı da Merkezi sınavlarda aldıkları başarı ile ölçülür olmuştur. Halbuki yukarıda anlattığımız gibi sınavlara hazırlanmaya dayalı eğitim, “okuma”, “yazma”, “ifade” ve “düşünme” kabiliyetlerini geliştirme adına öğrenciye bir şey vermediği gibi onları adeta şartlandırmaktadır.
Mevcut sınav sistemi, müfredatın öğrenme felsefesi ile taban tabana zıt bir yapı arzetmektedir. Netice olarak “yeni müfredatın” hayata geçirilmesinde belki de en büyük engel OKS ve ÖSS gibi merkezi sınavlardır.
Bakanlık, öğretmeni mesleğinde "profesyonelleştirecek" bir akademik ortam sağlamak için neler yapacak? “Gerçek bilgiyi, beceri ve düşünce gücünü ölçemeyen OKS ve ÖSS gibi sınav sistemlerinin yerine alternatif ölçme ve değerlendirme yöntemleri ikame edilebilecek mi?
Belki bu soruların cevapları verilerek, yeni müfredatın yeni bir çağın kapısını aralayıp aralayamadığı anlaşılmış olacaktır.
Kaynak: Zaman Gazetesi (03.10.2009)