"Hayat¸ fincana bakıp okunabilecek kadar basit veya masa başında burçların neler getireceğini yazacak kadar açık ve görülebilir değildir. Yaşamın hepimiz için yarın ne getireceğini hiç kimse bilemez. Yarın hepimizin karşısına çeşitli sürprizler çıkabilir. Hayatın güzelliği de zaten burada yatmaktadır. Eğer geleceği bilmek bu kadar kolay ve basit olsaydı¸ ilk önce bu işten para kazanan insanların kendi karşılaşacakları sorunlara önceden hazırlıklı olmaları beklenirdi."
Yaşadığımız modern zamanlarda insanların uç noktalara kayması sıkça rastladığımız durumlardandır. Bunda¸ fertlerde oluşan doymuşluk ve yeni şeyler arama arzusunun etkisi olmakla birlikte¸ sağlıklı dinî bilgi edinmemiş olmanın da etkisi olduğu âşikârdır. Ayrıca dinin alanına giren konuların ehlince sunulmadığı takdirde bu boşluk başkalarınca mutlaka doldurulmakta¸ uçuk düşünceler ve hurâfeler ortalığı kaplamaktadır.
Toplumumuzda da bâtıl inanışlar oldukça yaygındır. Örnek verecek olursak baykuş ötüşü uğursuzluğa yorumlanmaktadır. Oysa Allah'ın yarattığı dünya süslerinden olan baykuşun ötmesinin uğurla ve uğursuzlukla nasıl bir ilgisi olabilir?. Muhtemelen görüntüsünün insanlara ürkütücü gelmesi bu anlayışı besleyen nedenlerdendir. Anlaşılan o ki baykuşla ilgili bâtıl inanışlar sadece bizim ülkemizle sınırlı değildir. Yunan mitolojisinden tutun da Hz. Peygamber öncesi Arap yarımadasına varıncaya dek bu inanışın yaygın olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber bir hadislerinde buna dikkat çekmiş ve "Baykuş ötüşünde bir uğursuzluk yoktur[1][1]." buyurmuştur. Aynı şekilde karanlıkta siyah kedi görmek de hayra yorulmaz ve onu görmenin ardından bir felaketin gelmesinden korkulur. Oysa zavallı hayvanın karnını doyurup gezinmek dışında başka bir derdi yoktur.
Hurafeler cenneti olan ülkemizde nazarlığa da çok büyük önem verilmekte ve göz değmesine engel olduğuna inanılmaktadır. Oysa bunun bir faydası yoktur. Çünkü nihâyetinde bunlar bir ustanın elinden çıkan takılardır ve süs eşyası olmasının ötesinde bir fayda sağlaması söz konusu olamaz. Anadolu'da yaygın olarak evlerin kapılarının üzerine özellikle de yeni yapılan yapılara hayvan boynuzları veya at nalları takılmakta ve kem gözlerden korunacağına inanılmaktadır. Gerek çocuklara ve gerekse evlere bu şeylerin takılması göz değmesi olarak adlandıran nazara karşı bir koruyucu olarak düşünülmektedir. Oysa bunların da bir fayda sağlaması söz konusu değildir. Bunları takmanın belki şu faydası olabilir: Göz değmesinden korkulan insanların bakışlarının nazarlıklara takılmasını ve akıllarını meşgul ederek içlerindeki kötü duyguların frenlenmesini sağlamak. Ancak bunların bir inanış çerçevesinde takılması veya asılması inanç bakımından son derece sorunlu hususlardır.
Ulu kimseler olarak bilinen kişilerin mezarlarında mum yakılması¸ çaput bağlanılması¸ şeker okunup gelenlere ikram edilmesi¸ adak kesilmesi suretiyle yapılan bazı adetler vardır ki bunların da hiçbir faydası yoktur. Bazen ölçü o kadar kaçırılmaktadır ki "Al sana bir göbek¸ ver bana bir bebek." denilerek mezarların başında göbek atılarak çocuk sahibi olunmak istenmekte¸ ölmüş gitmiş ve geriye sadece isimleri kalmış insanlardan yardım beklenmektedir. Bağlanan bezlerle ve çaputlarla mezar adeta renk cümbüşüne boğulmakta¸ mezar olmaktan çıkmakta¸ panayır yerine veya kumaşçı dükkânına dönüşmektedir.
Gazetelerin aile sayfalarında bolca yer ayırdığı burçlara dair köşeler de bu kabildendir. Bu köşeleri hazırlayanlar okuyucularını bazen ümitlendiren bazen de dikkatli olmaları yönünde uyaran yazılar yazmakta¸ aynı dönemde doğmuş milyonlarca insanı aynı sevincin veya aynı kederin beklediği iddiasında bulunmaktadırlar. Ustaca hazırlanan söz konusu köşelerde yuvarlak ifadeler kullanılmakta ve insanların iç dünyalarıyla oynanmaktadır. Söz konusu yazılardaki genel ifadelere takılan okuyucular¸ bunları kendilerine göre yorumlayarak özellerine bakan bir yönü mutlaka bulmakta ve hayatında bir değişiklik beklemeye koyulmakta¸ hayalci olmaktadır. Daha sonra bu köşeler kendileri için vazgeçilmez olmaktadır. Oysa o günkü gazetelerin benzer köşelerine bakılacak olsa¸ hepsinin farklı şeyler söylediği görülecek ve masa başında yazılan bu satırların hiçbir değerinin olmadığı anlaşılacaktır. Aynı şeyi fincanı ters çevirerek¸ orada oluşan çizgilerden gelecek okuma için de söyleyebiliriz. Kezâ el ayasındaki çizgileri ileriye dönük olacak şeylere yorma¸ yıldıznâmelerden ve tarot kartlarından bir takım yorumlar çıkarmak da bu tür aslı olmayan ve eğlence olmaktan öteye geçmeyen işlerdir. Bunun yanında¸ insanları bir takım beklentiler içine sokan ve hayal âlemine taşıyan bu tür yazıların halkın ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkisi olduğu da açıktır.
Oysa hayat fincana bakıp okunabilecek kadar basit veya masa başında burçların neler getireceğini yazacak kadar açık ve görülebilir değildir. Yaşamın¸ hepimiz için yarın ne getireceğini hiç kimse bilemez. Yarın hepimizin karşısına çeşitli sürprizler çıkabilir. Hayatın güzelliği de zaten burada yatmaktadır. Eğer geleceği bilmek bu kadar kolay ve basit olsaydı¸ ilk önce bu işten para kazanan insanların kendi karşılaşacakları sorunlara önceden hazırlıklı olmaları beklenirdi. Aynı şekilde her devletin vatandaşlarının ileriki hayatlarını düzenlemek için fal bakanlığı kurmaları kaçınılmaz olurdu. Dolayısıyla yapılan iş¸ sorunları olan insanların saflığından istifade ederek paralarını ve zamanlarını almaktan öteye geçmemekte¸ beklenti içine sokulan insanlar gelecek felaket veya müjde nedeniyle her şeyden kuşku duyan ve yaşadığı hayatı gerçekte yaşamayan insanlar haline dönüşmektedir. Oysa bilinmeyeni bilmek sadece Allah'a mahsustur. Allah Kur'an'da pek çok yerde gaybı sadece kendisinin bileceğini açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla çeşitli fal oyunlarıyla insanlara bir şeyler anlatanlar bir anlamda tanrıcılık oynadıklarının da farkında değillerdir. Hâlbuki Allah¸ Hz. Peygamber döneminde oklarla yapılan falcılığı şiddetle yasaklayarak¸ "Fal oklarıyla kısmet aramanız sizlere haram kılındı. Bunlar (hak yoldan) sapmaktır." (5/Mâide¸ 3) buyurmuştur. Bu yasaklama falın her türlüsü için geçerlidir. Hz. Peygamber de falcılara gitmeyi ve onların anlattıklarına inanmayı dinden uzaklaşmak olarak tanımlamıştır.
Aynı şeyi hastalıkların tedâvîsinde de görmekteyiz. Bazı üfürükçü veya muskacı insanlar¸ iyileşmeyen hastalıklara tedâvî uyguladıklarını söyleyerek¸ çaresizlikten her yola başvuracak duruma gelenleri zayıf taraflarından yakalamakta ve sözde efsunlar ve tedâvî metotlarıyla hastaların parasını almaktadırlar. Bunlar bazen o derece rağbet görmektedir ki¸ tedâvî için yanlarına gidebilmek ancak randevuyla mümkün olmakta ve doktor muayenesi gibi paralar alarak çaresiz veya zayıf inançlı insanları istismar etmektedirler. Millete efsun yaparken kendileri hastalandığında da doktora koşmaktadırlar.
Okuma oranının zayıf olduğu bölge ve muhitlerde yaygın olan âdetlerden biri de¸ muska yazdırmak ve anlaşılması mümkün olmayan işaret ve sembolleri koruyucu olarak üzerinde taşımaktır. Hz. Peygamber kendisine bey'at etmeye gelen 10 kişinin bağlılık yeminini kabul etmiş¸ ancak pazusuna muska bağlamış bir kişinin bağlılık yeminini kabul etmemiş¸ adam bunu pazusundan söküp attıktan sonra ondan bağlılık yemini almıştır. Daha sonra da Allah'tan başkasından şifa beklendiği için bunu şirk olarak nitelemiştir.
Üzerlerine âyetlerin yazılı olduğu muskalara gelince¸ Hz. Peygamber döneminde böyle bir uygulama yoktu. İnsanın üzerinde âyet taşıdığını düşünerek derdinin çaresini Allah'tan dilemesi amacıyla bunun en azından psikolojik bir fayda sağlayabileceği söylenebilir. Bu arada ülkemizde son yıllarda son derece yaygınlaşan Cevşen adlı muskanın da Hz. Peygamber'le bir ilgisi olmadığını ve bunun ülkemize Şiî kaynaklardan girdiğini belirtmek gerekir. Bu muskanın varlığıyla ilgili olarak Hz. Peygamber ve sahâbîlerinden bir rivâyet gelmemiştir. Ancak söz konusu muskanın içerdiği dualar son derece güzeldir. İnsanın bunları okuyarak Allah'a münâcât etmesi güzel kabul edilebilir. Lâkin bunu Rasûlullah ile irtibatlandırmak ve onun tavsiye ettiğini söylemek son derece yanlıştır ve günahtır.
Sonuçta insana gerekli olan üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmektir. Çocuk sahibi olmak için tıbbın imkânlarını sonuna kadar zorlamaktır. Çocuğunun evlenebilmesi için iyi bir eş bulmasına yardımcı olmaktır. Kanser vb. hastalıklar için tedâvî sürecini ısrarla takip etmektir. İnsan ilk önce bilimin gösterdiği çarelere başvurmak durumundadır. Bütün bunları yaparken de ihmal edilmemesi gereken¸ her şey kudretinde olan Allah'a el açmaktır. İkisini bir arada yürütmektir. Yani tedbîri aldıktan sonra takdîri Allah'a bırakmak ve giriştiği işin sonunu hayırlı etmesini dilemektir. Zira her şeye gücü yeten yüce Allah'ın duamıza icâbet edeceğini ümit etmek durumundayız.
Bazı zamanlarda televizyon ekranlarında boy gösteren sahte hocalar ve yaptıkları¸ halkımızın saf duygularını din adına sömürmenin hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından üzücüdür. Vatandaşlara düşen görev¸ dini hurafeler yığını haline getiren bu insanlara pirim vermemeleridir. Bir takım bâtıl inanışlarının da yersiz ve faydasız olduğunu bilmelidirler. Çaresizliklerinden dolayı başvurdukları bu yolların ne derece doğru olduğunu öğrenmek için de müftülüklere veya direkt olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'na ya da muteber din bilginlerine danışmaları yerinde olacaktır. Buralara müracaat ettikleri takdirde hem yaptıkları işin Kur'an ve sünnet çerçevesinde ne derece doğru olduğunu öğrenecekler¸ hem de işin uzmanı olan insanlara danışmanın rahatlığını hissedeceklerdir.
Hz. Peygamber'in buyurduğu şu hadis konumuz çerçevesinde çok önemlidir: "Allah¸ ölüm ve yaşlılık hariç herşeyin ilacını yaratmıştır."[1][2] Bugün bazı hastalıkların tedâvî yolları bulunamamış olsa bile bir gün bunlara da ulaşılacaktır. Bu nedenle bilimin yolundan ayrılmamak¸ hurafelerden ve para kazanmak için bize tuzak kuran insanlardan uzak durmamız gerekir. Allah'a elimizi açıp derdimiz için çare talep edelim¸ bu arada yapabileceklerimizi de yapalım.
[1] Buhârî¸ 5278.
[2] Mustedrek¸ 4/445
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM